Yalnızca benim hissedebildiklerime benden başka hiç kimsenin bana
anlatamayacaklarına giden bir yolculuktayım. Arkama baktığımda ulaşmaya
çalıştığım o yerden çok uzaktayım.
Bir yanda İçimdeki hesaplaşmalar,
bir yanda Yüreğimden taşanlar.
Bazen;
Beni her sabah neyin uyandırdığını?
Her gün nereye doğru ve neden gittiği mi?
Bu hayatı ne için yaşandığı mı?
Düşünüyorum.
Varlığımın yaşamın bir yerinde, bir şeyleri hiç değiştirip değiştirmediğini…
Adına yaşam denilen bu anlamsızlığın, tanımsızlığın bana neden verildiğini?...
Düşünüyorum.
Bazen soruyorum kendime…
Hiç düşüncelerimin önüne geçebiliyor muyum?
Hep düşüncelerimin ardında mı kalıyorum.
Bazen itiraf ediyorum kendime…
Bilmediklerimin mahkûmuyum.
Bildikleriminse efendisi.
Ben adını yaşam verdiğim, bir hapishanede yaşıyorum.
Duvarlarını, kendimce kendime dair beynimde yarattıklarımla ördüğüm.
“Yaşam” diye fısıldadı... Birileri kulağıma. Doğumla başlayan bilinmez
bir dünya, sonunda geriye kalan ise kocaman bir boşluk… Yaşam söz konusu
olduğunda acaba neden arada bir plağı değişen ama hiç durmadan aynı havayı
çalan plak olmaktan öteye gidemiyorum.
İnsan, önyargısız, hiç bir kuralı, tanımı, düşü olmadığında mı daha
gerçek yaşıyor. Bana, sana, bir başkasına dair zihnimde biriktirdiğim kurallar,
tanımlar, ön yargılar mı beni gerçek yaşama götürüyor. Yaşam, düşüncelerimin
önünde mi, yoksa düşüncelerimin ardında düşüncelerimin sınırlarında da mı var etmeliyim…
Sorun yaşamda mı?
Yoksa insanı yaşama dair zihninde biriktirdikleri sorunları mı var ediyor.
Yaşam geçmişte yaşanan hazzın, düş kırıklarının, acıların, yok oluşların,
başlangıçların, mutlulukların, gözyaşlarının bir anımsaması, onun tekrar var
edilmesi miydi?
Yaşam zihnimin yahut bilinmezin bana, ilişkin bir tablo yaratması mı?
Hissettiklerimin, düşüncelerimin, derin yerlerine inemezken, düşsel bir
şeyi yaşamaya çalışmanın nasıl bir anlamı var ki…